Üniversiteye Polis ve Kayyum Girerse
Bu yazı www.pressenza.com sitesinde Serdar Değirmencioğlu imzası ile yayımlanmıştır.
Rejimin 1 Ocak tarihli bir kararla Boğaziçi Üniversitesi’ne bir “kayyum rektör” ataması ve ardından başlayan direniş süreci, bu yazı dizisini bitirmeden önce polisin üniversiteye girmesinin ne anlama geldiğini ele almayı gerektiriyor.
Bir üniversitenin nasıl bir ortam olduğunu, nasıl bir düşünsel iklim sağlayabildiğini anlamak için bakılacak önemli göstergelerin başında, o üniversiteye polisin girip giremediği gelir. Polisin varlığı bir litmus testi gibidir. Üzerinde üniforma, belinde silahlarla polisin üniversiteye girmesi demek, o üniversitede özgür bir ortam olmadığını gösterir.
Türkiye’de ve dünyada baskıcı rejimler boyunduruk altına almak istedikleri üniversitelere polis sokabilmek için hep çaba göstermiş; buna engel olan yasaları ve düzenlemeleri kaldırmak istemişlerdir.
Polislerin üniversitelerden uzak tutulması kuralının anayasaya konulmasına varan süreci anımsayalım. Bu süreç, Boğaziçi Üniversitesi’ne “kayyum” atayan rejimin sürekli olarak yücelttiği Demokrat Parti ve kurduğu “Vatan Cephesi” ürünüydü.
28 Nisan 1960 tarihinde rejim karşıtı gösteri yapan öğrencileri susturmak üzere İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü’ne giren polislerin karşısına rektör Prof. Dr. Sıddık Sami Onar çıkmıştı. Polislerin üniversiteyi terk etmesini isteyen rektöre, polis şeflerinden biri, “Bunlar hep senin yüzünden, sen kışkırtıyorsun bu çocukları!” diye bağırmış ama rektör ve yanındakiler direnmişti. Bunun ardından polisler tarafından sürüklenerek polis aracına götürülen ve araca bindirilmek istenen rektörün alnı aracın kapısına çarparak yarılmış; rektör Onar kanlar içinde kalmıştı.
Demokrat Parti geçmişte kalsa da, AKP propagandasıyla bir çeşit efsaneye dönüştürüldü. Vatan Cephesi ise bugün Cumhur İttifakı içinde yaşıyor. Üniversitelere polis gönderme ve toplumu polisle kuşatma açısındansa, günümüz rejimi her açıdan çok daha ileride.
Gelinen noktayı anlamak için, Boğaziçi Üniversitesi ile hiçbir ilişkisi olmayan ama rejimle tam uyumlu olan birinin için “kayyum rektör” olarak atanmasıyla yaşananları karşılaştırmalı olarak inceleyelim.
- 1960’da İstanbul Üniversitesi rektörü polisin üniversiteye girmesine karşı çıkmıştı. Boğaziçi kayyumu ise üniversiteye üç otobüs dolusu polis eşliğinde geldi ve bundan hiç utanmadı.
- Bir zamanlar polisin üniversiteye girebilmesi için rektör tarafından çağrılması gerekirdi. Boğaziçi kayyumu telefon etmek veya bir not yazmak zorunda kalmadı. Polislerin ne zaman, ne yapacağına hem polisin, hem de kayyumun da iplerini tutanlar karar verdiler.
- Çok eskiden üniversitede direniş olduğunda, rektör öğrencilerle görüşmeye ve anlaşmaya çalışırdı. Boğaziçi kayyumu ise emir kulu olduğu için emirlere uydu ve işi rejimin polisine bıraktı. Polisler de kapıkulu oldukları için emiri dinlediler ve direnişçilere saldırdılar.
- Eskiden üniformalı ve silahlı polislerin üniversiteye girmesinin sonuçları tartışılırdı. Artık tartışılmıyor çünkü polislerin ellerindeki ve bellerindekileri kullanmakta hiç duraksamadıkları ve duraksamayacakları biliniyor. Üniversiteler sivil polis kaynıyor. Bunu Boğaziçi kayyumu da biliyor. Bu nedenle olsa gerek ki, üniversite kapısına kelepçe takılmasına engel olmaya kalkmadı. Kapıya takılan kelepçenin kendi boynuna takılan bir utanç boyunduruğu olarak tarihe geçeceğini hiç düşünemedi.
- Polislerin silahlarına davranmaları için gecenin gelmesi beklendi. Ellerinde otomatik silahlar olan ve tıpkı bir işgal gücü gibi davranan polisler, sabaha karşı arkalarında kameralarla öğrencilerin barındığı evlere baskınlar düzenlediler. Boğaziçi kayyumu bunu da biliyordu. Ertesi günü bu baskınlara ilişkin tek söz etmemesi de oynanan oyunun parçası, yani rejimin kuklası olmasındandı.
Konu polis şiddeti olunca Türkiye’de diller tutuluyor. Bu nedenle tane tane söylemekte yarar var.
Silahlı, yani tehlikeli olanlar polisler; silahsız ve tehlikesiz olanlarsa öğrencilerdi. Öğrenciler protesto sırasında kimseye zarar vermeye çalışmadılar. Baskınlar sırasında ve sonrasında da. Polislerse öğrencileri gözaltına almakla yetinmedi; onlara, eşyalarına, hatta kaldıkları evlerin kapılarına ve duvarlarına bile zarar verdiler. Polisler tıpkı bir işgal gücü gibi, her şeye ve herkese düşmanca davrandılar.
Sonra? Gözaltına alınan öğrencilere ilk andan başlanarak düşmanca davranıldı. Dahası, çıplak arama işkencesine ve cinsel saldırı tehditlerine maruz bırakıldılar. Öğrencilerin hemen hepsi 2 gün gözaltı sonrası serbest bırakıldılar. Gözaltına alınmaları gözdağı vermek ve direnişi bastırmak içindi. Serbest bırakıldıklarında da kendilerine düşmanca ve insanlık dışı muamele yapan kişilere yönelik düşmanca sözler etmediler. Yalnızca gerçekleri dile getirdiler.
Şimdi öğrenciler gibi gerçekleri teker teker dile getirelim.
Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin istekleri açık ve meşrudur. Boğaziçi Üniversitesi öğretim elemanlarının tutumu da açık ve meşrudur. Boğaziçi’ne kayyum rektör atanması, atanan kim olursa olsun kabul edilemez. Bu yanlışı tanımlamak ve kabul etmemek de Boğaziçi Üniversitesi bileşenlerinin boynunun borcudur.
Melih Bulu geçtiğimiz hafta içerisinde, toplam beş günde söyledikleri ve yaptıklarıyla kim olduğunu herkese göstermiştir. Sergilediği tutum, karşılaştığı direnişe rağmen kendisini rektör olarak görmesi ve göstermeye çalışması, onun “kayyum rektör” sıfatını kesinlikle hak ettiğini göstermektedir. Öğrencilere düşmanca davranılmasına ses çıkarmaması da, işgal gücünün parçası olduğunun göstergesidir. Üniversite kapısına kelepçe takılmasına engel olmaması veya takılan kelepçenin çıkarılmasını sağlamaya kalkmaması, içine yerleştirildiği kukla tiyatrosunun ne kadar korkunç ve utanç verici olduğunu yeterince kavrayamadığını göstermektedir. Melih Bulu, “kayyum rektör” sıfatı ve kelepçe imgesini bir utanç boyunduruğu olarak ömür boyu boynunda taşıyacaktır.
Boğaziçi rektörlük krizi: Türkiye’de rektörlük seçimleri 75 yılda nasıl değişti?
Öğrenciler ne istiyor?