Hâkim Sınıfların Kuşatması Altında Üniversite Gençliği
Üniversite öğrencilerinin örgütlenememesi, harekete geçememesi ve üzerlerindeki baskı politikaları ve saldırılar genelde Türkiye’deki devrimci hareketlerin apaçık gözüken örgütlenme sorunlarının, devletin ideolojik ve pratik olarak kuşatma ve saldırılarının bir parçasıdır. 12 Eylül AFC’si nasıl ki komünistleri ve devrimcileri işkencelerle sindirmeyi, katlederek yok etmeyi amaçladıysa YÖK’ü kurarak da üniversitelerdeki komünistleri ve devrimcileri ideolojik olarak ve şiddet yoluyla ezmeyi, üniversite öğrencilerini depolizite edip anti bilimsel, niteliksiz eğitimle sorgulayıcı yönlerini törpülemeyi amaçlamıştır. Bu süreçte öğrencilerin bütün tartışma alanları ve olanakları olabildiğince daraltılmıştır. Öğrenci gençliğin bilime, sorgulamaya, tartışmaya, harekete yatkınlıkları onların devrimci mücadeleye yatkınlıklarına paraleldir. Bu yüzden egemenler, YÖK aracılığıyla üniversitelerde kof eğitim ve faşist baskılarla üniversite öğrencilerini emperyalist kapitalist sisteme “entegre” etmek için var güçleriyle çabalamaktadırlar. Geleceksizlik ve gerici burjuva-feodal kültür kuşatmasıyla öğrenciler sisteme uyum gösterme ve okumama arasında tercihe dolaylı yoldan zorlamaktadırlar.
Anti bilimsel, niteliksiz, ezbere dayalı eğitim müfredatıyla hâkim sınıfların ihtiyaçlarına göre hareket eden YÖK üniversiteli öğrencilere işsizlikten, geleceksizlikten başka bir şey vadetmemektedir. Pandemiyle birlikte uzaktan eğitim süreci, tüm üniversiteli öğrencilere üniversitelerin ne kadar bilimsel ve nitelikli eğitimden uzak oldukları gerçeğini göstermiştir. Uzaktan derslerle birlikte açığa çıkan baştan sona niteliksiz eğitimin ve yetersiz altyapının yanı sıra üniversite öğrencileri üniversitelerde YÖK’ün alabildiğine kısıtlamış olduğu sosyalleşme ve bir arada olma olanaklarını bu süreçte tamamen kaybettiler. Bu olanaksızlıklara uzun bir süre üniversitelerin kapalı olması ve pandeminin yarattığı olumsuz etkiler eklendiğinde üniversiteli gençliğin pandemi öncesinde olduğu gibi “üniversite havasında” olmadıkları aşikârdır. Birçok üniversite yönetimlerinin yüz yüze eğitimin yanında uzaktan eğitimi de sürdürüyor olmaları, pandemi öncesi kısmi esneklik ve olanakların yerini bile bugün daha fazla kısıtlama ve faşist baskıların almış olması üniversitelerdeki öğrenci hareketsizliğini, YÖK kontrolünü, faşist ablukayı devam ettirme istemlerinden başka bir şey değildir.
Bu yıl üniversiteler tam olarak olmasa da yüz yüze eğitime başlayacaklarını açıkladılar. Açıklamanın sonrasında, kısa zaman diliminde çok sayıda üniversite öğrencisinin büyük şehirlere dönüşüyle birlikte en temel ihtiyaçlardan biri olan barınma sorunu ortaya çıktı. Yetersiz yurt kapasitesi ve bu durumu fırsat bilenlerin “normal”in çok üstünde, uçuk rakamlarda kira belirlemeleri on binlerce üniversite öğrencisinin evsiz kalmasına sebep olmuştur. Yurtlardaki kötü koşullar üniversite öğrencilerini ev tutma fikrine itse de mevcut ekonomik kriz, “öğrenci evi yemeklerinin” bile pahalı olması kısacası en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamamaları, uçuk kira fiyatlarıyla birlikte onları var olan koşullarda “idare etmeye” zorlamaktadır. “Barınamıyoruz”, “Geçinemiyoruz” şiarlı hareketliliklerin zemini buraya dayanmaktadır. Derin boyutlara varan ekonomik krizin faturasının halka kesilmesi özelde üniversite öğrencilerine yurt veya kira ücretlerinin pahalılığı, faturaların, kantin fiyatlarının pahalılığı ve her yeni gün gelen zamlarla birlikte temel gıda alışverişlerinin ve ihtiyaçlarının pahalılığı şeklinde yansımaktadır. KYK’nin verdiği 850 TL burs veya kredi ise üniversite öğrencilerinin sabit giderlerini bile karşılamamaktadır.
Yukarıda değindiğimiz beslenme, barınma, sosyalleşme gibi temel insani ihtiyaçlar lüks haline geldiğinden ve devletin verdiği bursun pahalılık ve devam eden zamlar karşısında hızla eriyip yetersiz kalmasından kaynaklı üniversite öğrencileri üniversite sürecinde derslerine, sosyalleşmeye odaklanamaz durumdadır. Ders programları bakımından görece daha rahat olan çoğu öğrenci yarı zamanlı iş aramaktadır. İşsizliğin zaten had safhada olduğu Türkiye’de ya iş bulamayıp zor koşullarda yaşamaya çalışmaktadırlar ya da kimi üniversite öğrencilerinin okurken çalışmak zorunda kaldığını bilen patronlar onları ucuz iş gücü olarak yoğun biçimde sömürmektedirler. Bunların yanında bir de staj adı altında dayatılan yoğun emek sömürüsü vardır ve bu staj aşamasını “başarılı” geçemeyen üniversite öğrencilerinin mezun olması engellenmektedir. Üniversiteye başlar başlamaz, “mezun olduktan sonra ne yapacağım?” düşüncesiyle yatıp kalkan öğrenciler ufukta beliren ve günden güne artan geleceksizlik, umutsuzluk, çaresizlik içinde eğitimlerini sürdürmektedirler. Var olan niteliksiz eğitim sebebiyle zaten boşu boşuna okuduğunu düşünen, mezun olduktan sonra “yaşayabilmek” için eğitim aldıkları alanlardan farklı bir işte çalışacaklarını bilen öğrenciler ekonomik kriz girdabında da boğulduklarından ve çaresizliğin çözümünün kendileri olduğunu bilmediklerinden yaşamlarına anlam vermekte zorlanmaktalar. Son yıllardaki üniversite öğrencilerinin intiharları ve arkalarından bıraktıkları notlar bize bu gerçeği göstermektedir.
Bugün üniversite öğrencilerinin çelişkileri dolaysız bir şekilde burjuva feodal düzenledir. Umutsuzluk ve geleceksizlikle kuşatılan üniversite öğrencileri ekonomik kriz girdabında önemli ölçüde politiktirler. Büyük çoğunluğu gerek üniversite koşullarından gerekse genel yaşam koşullarından rahatsızlardır. Bu yüzden, en yakın tarihteki Boğaziçi Direnişinin gösterdiği gibi üniversite öğrencilerinin başkaldırısının kendileri için potansiyel tehlike olduğunu bilen hâkim sınıf ve temsilcileri gençliği sindirmek ve öfkelerini düzen içi iki faşist klikten birine kanalize edebilmek için çırpınıp durmaktadırlar.
Devletin faşist saldırılarına karşı üniversite öğrencilerinin en büyük eksikliği örgütsüz olmalarıdır ve bunu iyi bilen egemenler emperyalist kapitalist sistemin çarklarını döndürebilmek için onları olabildiğince örgütlü mücadelen uzak tutmaya ve bireyselliğe itmektedir. Zaten niteliksizlik, anti bilimsellik içinde boğulan üniversite eğitim sisteminin pandemiyle birlikte uzaktan eğitime zorlanması ve bu yolla daha da gerilemesine yol açmıştır. Üniversitelerin uzun süredir kapalı olması da YÖK’ün ve onun sopalıları faşist ÖGB ve sivil polislerin üniversitelerdeki hâkimiyetlerini arttırmıştır ve bu durumu bozmama niyetindelerdir.
Eğer bugün devlet hemen hemen bütün üniversiteleri hâkimiyeti altına almış ve üniversite öğrencilerinin örgütlü mücadelesine karşı setler örmüşse süreci diyalektik bir biçimde okuyan bizim şunu gayet açık söylememiz gerekir: faşistlerin üniversitelerde örgütlü halde olması, YÖK ve üniversite yönetimlerinin kendilerinden habersiz kuş uçurtmamaları ve kampüsleri, fakülteleri faşist abluka altına almaları esasta bizim örgütlenmemizdeki zayıflıklardan kaynaklanmaktadır. Üniversite öğrencileri arasında örgütlülük yaratmak başta kendimizi ne kadar örgütlediğimizle alakalıdır.
Üniversite gençliğine alışılagelmişin dışında yaratıcı politikalarla, araç ve kanallarla ulaşmak içinde bulunduğumuz süreçte çok önemlidir. Önceki yazılarımızda değindiğimiz gibi üniversite gençliği ve gelecek arasına duvarlar örülmüştür. Üniversite gençliğiyle ilişkiler kurabildiğimiz ve bu ilişkileri örgütlü mücadeleye dönüştürdüğümüz takdirde gençlik bu duvarları paramparça edecektir.
Özetleyecek olursak üniversite öğrencilerinin dolaysız biçimde sistemle derin çelişkileri bulunmaktadır. Onlar öfkeli ve politiktirler. Somut koşullar üniversitelerde örgütlenmemize ve mücadeleyi büyütmemize, pratik birçok engele rağmen ideolojik ve politik olarak elverişlidir. Dolayısıyla bize düşen üniversite öğrencilerinin arasında “erimek”, onlara doğru politikalarla gitmek ve öfkelerini düzenin kendisine karşı kanalize etmektir. İtirazlarımız, öfkemiz başta özerk-demokratik üniversite talebiyle bütünün parçası olan YÖK’e ve daha sonra bütün yaşadığımız sorunların kaynağı emperyalist kapitalist sisteme karşı örgütlü mücadeleye kanalize olmadıkça maddi bir güce dönüşmeyecek ve doğalında esasta bir şey değiştiremeyecektir.
Son olarak, katledilişinin 49. yılında komünist önder İbrahim Kaypakkaya yoldaşı anıyoruz ve şunu biliyoruz ki onu anmak “devrim kitlelerin eseri olacaktır” sözünü onun gibi bilince çıkartarak kitlelerden kitlelere mücadeleyi adım adım örmektir, onu anmak onun kararlılığıyla kitlelere yaslanıp faşist Kemalist diktatörlüğe karşı savaşmaktır, onu anmak onurdur.